ANADOLU’DA YAZAR OLMAK

Anadolu İstanbul’a göre taşradır. İstanbul’un bu bakışı kendimizi kötü hissetmemize neden olur.  Sanırım İstanbul’dan hoşlanmayışımın nedeni de budur. Bize taşra diyen odur. Koca bir kafadır, saçları Anadolu’ya yayılır. Ama suratını görmek zordur.

Taşralı yazarın ayrı bir tanımı vardır. İçine kapanıktır bir kere. Çünkü yazar olmak beş para etmez, Anadolu’da esas işin ne diye sorarlar. Kirpiklerini kırpıştırıp bakar sonra kaşlarını çatıp, yutkunup bir yalan söylersin. Müzisyen olsan ha anladım düğünlerde falan çalıyorsun yani, derler. Ama sözcükleri satacak yer yoktur.  Çoğunlukla yazar kimliğimizi göğüs cebimizde taşırız pek göstermeyiz.

Sonra efendim, taşrada yazar olmaya karar verirseniz önce çevrenizdeki engelleri saptayıp tek tek ele geçirmeniz gerekir.

Babaannemin ilaç şişeleri, dedemin kibrit kutuları, annemin dikiş kutusundaki kumaş parçalarını biriktirirdim. Eve gelen bayram şekeri kutularını tiyatro sahnesi gibi keser, yarım parmağı geçmeyen şişelerden insanlar, kumaşlardan dekorlar yapardım. Karşıdan bakınca bu birbiriyle ilgisiz nesneleri oradan alıp oraya koymam tuhaf bakışlara neden olurdu. Ne yapıyorum anlamaya çalışırlardı? Satranç bilmiyordum. Yaşım da olsun olsun 5-6. Bebek evi diye bir oyuncak hayal bile edilemezdi ki.

Orta okulda derslerle ve çizgili bir komposizyon defteriyle sınırlı yazın dünyamdaki duvarları bir yaz tatilinde yıktım. Yedinci sınıfın tatilinde bir roman yazdım. Gizli ama. Okul olmadığı halde kalem kâğıtla ne işim olduğunu kuşkuyla izleyen aileme karşı gizlilik kendiliğinden oluştu.  Gece mum ışığında yazıyordum. Bu hem romantikti. Hem de gece çişe kalkan bizimkiler “hadi daha yatmadın mı ?” demiyordu.

“Nalan çeyiz hazırlamaya başlamış, bizim kız ilk maaşıyla daktilo aldı.” Bu annem. “Ne olacaksın başımıza yazar mı olacaksın?” Bu yakışıklı babam. Pencerenin camında saçlarını düzeltiyor.  “Kızımız yazardır,” diye tanıştıranlar da yine onlardı ama aradan on dokuz yıl geçmesi gerekti. İlk kitabım artık yayınlanmıştı.  

Hele o gece tıktıkları? Ne çok kızdırdığım insan olmuştu ve ne çok insan beni üst kattaki terlik, ayakkabı sesleriyle sinirlendirmiştir.

İlk öykülerimi bir matbaacı okumuştu. Bir zamanlar yerel bir gazetede köşe yazarlığı yapmış. Edebiyatçılarla iletişim kurmak hayal bile edilebilir olmadığından (yaşım 18-19)  ona dört öykü bırakıyorum. Bir süre sonra değerlendirmek üzere çay içmeye gidiyoruz, yanımda babam. “Valla bu çocuğa yardımcı olmalıyız azizim” diyor, matbaacı amca. “Düzeltme yapacağım diye elime kalem aldım, ilk sayfadan sonra kalemi kenara koydum.” Bu sırada matbaa makinesinin sesi pek neşeliydi. Benim gözümün kuyruğuyla babama bakışım da.

Eee ne olacak? İstanbul.

Kendi kendini eğitmek zorundadır taşralı yazar. Şimdilerde yazı atölyeleri var ama ne yazık ki bunlar da belli yerlerde sınırlı. Eskiden böyle şeyler de yoktu. Gönül ister ki yaygınlaşsın. Bu arada kim bilir kaç tane iyi yazar şair, olanakların kısıtlayışıyla vazgeçiveriyor bu işten. Çünkü ilk başlarda özellikle ne yazayım nasıl yazayım soruları vardır. Taşrada malzeme sıkıntısı yoktur Allah için. Benim yazarlığımın uzunca bölümü Bursa’da geçti. Bursa tek renktir; yeşil. Şimdilerde daha koyu bir yeşil. Ama edebiyat çok renk ister. Arayışlarım beni Bursa’nın metal rengine ulaştırdı. İşçiler. Biraz kazıyınca maden işçileri, tekstil işçileri, ağaç işçileri, beden işçilerini keşfettim. Bu kalın ve yeşil rengin altında bulduklarımdan çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim.  İşçi sorunlarını ha babam yazdım. Son yıllarda kahramanlarım, cadılar, vampirler, her önüne çıkanla seks yapan karakterlerle savaşıyor ama olsun. Peki her şey yoluna girdi mi? Ne yazık ki hayır.  Çünkü bu noktada da İstanbul çıkar karşımıza. Yayın konusu. Sesimin İstanbul’dan duyulmuyor olması benim motivasyonumu düşürmüştür. Çünkü okura giden yolun üstünde oturur İstanbul. Bu noktadaki hayalim ise her kentte yayınevlerinin olmasıdır. En azından kent tanımlı yerlerde onlar yirmiler yayıncı neden yoktur? Böylelikle biz de korku şatosunun lordları leydilerieyle değil gerçekten kültüre katkı sağlamak ve karlılığını paylaşmak için yapılandırılmış yerlerle çalışma olanağı bulmuş oluruz. Bana diyeceksiniz ki ohoooo. Doğru. Çünkü taşrada kültür adeta çölleşir. Benim yaşadığım Anadolu parçasında yok değildi.  Vardı kültür etkinlikleri. Sinema, tiyatro, konser, resim sergisi, edebiyat etkinlikleri… Vardı. Sınırlı olarak. Gerçek işler için yine İstanbul. Kültürel etkinlik olarak hiçbir şeyin yapılmadığı yerler olduğunu biliyorum. Kitap fuarları epeyce arttı teselli olursa bize. Tiyatrolar turneler düzenliyor. Ama bankonun bu yanına geçmek için, kitap satmak için gene haritanın kuzey batısına sıçramak gerek.

Seçenek olarak bir matbaacıyla anlaşıp kitap bastırılabiliyor, evde çok güzel kendi kitap öbeklerinizi yapmak isterseniz elbette. İstanbul’da bir yayıncıya bastırma şansını edindiyseniz etkinlik ve kitap tanıtımı için nazlanmalara katlanmalısınız. İş başa düşer. Meslektaş dayanışmasının devreye girdiği bu noktada düzenlenen etkinliklerde hep aynı yüzler bulunur. Ben senin imza günü ve söyleşine giderim, ayıp olmasın diye sen de bana iadei ziyaret yaparsın günü geldiğinde. Yazarlar arası acı rekabete burada değinmeyelim. Çünkü o sözü doğrulamış oluruz. İki yazar bir araya gelirse ne yapar? Üçüncü yazarı çekiştirir. Benim hayalim bu noktada nedir? Yazar dayanışması, ilk aşamada yazdıklarını gerçekten bu işe gönül vermiş insanlarla tartışabileceğin, yapıtlarını okuyup görüş alabileceğin kapalı grup toplantıları. Uzun sohbetler. Bir tür yazarlar kulübü. Böyle kulüpler vardır kuşkusuz ama yazarlar dışında herkes vardır ve yazı dışında başka şeyler konuşulması yeğlenir. Zinhar yazdıklarını okuyup başkalarının ne yazdığını dinlemek söz konusu değildir.

Taşrada yazar kendini  hep yalnız hisseden insandır. Çünkü diğer toplumsal rollerin saldırısı altındadır. Evliyseniz eş rolü, çocuk sahibiyseniz anne rolü, çalışan kadın, komşu teyze, ana-babanın çocuğu, sivil toplum örgütlerinin üyesi… Hangisini saymalı bilmem. “Yarın akşama şu toplantı var,” derler, “Ütü yapacağım” derseniz tamam o zaman derler. “Yazı yazmam gerek”derseniz  “Sonra yazarsın  gel hadi” derler.

Şimdi başka bir taşradayım. Artık Bodrum’da yaşıyorum. Ya güzel değil mi? Bodrum’da metrekareye ikiyüz sanatçı düşüyor. “Art” konusu ressamların tekelinde. Bu kere sözün renklerle savaşı içindeyim. Yalnızlık çekiyorum.  Esas işin ne diye sormuyorlar , ressam mısın, diye soruyorlar. Ama hiçbir zaman bilmedikleri esas işim edebiyatı yapabilmek için para kazanmak üzere bir sürü iş yaptığım… Resim ise bana uzak. Ben de kestirme olsun diye, diyorum ki işçi emeklisiyim.

NEZİHE MERİÇ USTAYA MEKTUP -ALACACEREN OKUMASI

Bu metin Serap Gökalp’ten Nezihe Meriç’e yazılmış 22.6.2008 tarihli mektuptan alınmıştır.

Sevgili Nezim, Alacaceren’i okudum. Bir kitabı okuduktan sonra okuma hazzını birileriyle paylaşmak ister ya insan. İşte o duyguyla yazıyorum. Sizi yaşamınızın belli tarihlerinde selamlamak yerine şimdi ve şu anda selamlamayı da amaçlıyor bu yazı.

Alacaceren’in çekirdeği bir gazete haberi olsaydı; “Uzun süredir şiddetli geçimsizlik yaşayan çift aynı anda evi terk ederek iki küçük kızı yalnız başlarına bıraktılar. Vicdansız anne babanın nerede olduğu bilinmiyor. Çocukları anne-dedeleri bakacak,” diye bir haber oluşurdu sanırım. Haberler yaşamımızdan gelip geçer. Oysa yazın sanatının o görkemli kapısını kitabı açacak olursak… Bir matruşka buluruz.

İki kız kardeşin yaşamından kesite bakıyoruz. Bakışımız, kardeşlerden biri; yazı yeteneği olan Bengisu, aracılığıyladır. Annesi ve babası hem parasal hem dünya görüşlerinin farklılığı nedenleriyle ayrılan iki kız çocuğunun terk ediliş öyküsü, dedenin onlara kol kanat germesi sıkıntılı günlerin içinde yakalanan güzel yaşam ayrıntıları. Bengisu’nun 6-7 yaşlarındaki halinden başlayıp genç kızlığının bir bölümüne tanık oluyoruz.

Bengisu karakterinin yönünden ve anlatıcı/yazar yönünden ağırlıkta olmasına karşın karakterleri birbirinin gözüyle de aktarılmışsınız. Burada amaç okuyucuyu farklı bakış açılarında gezdirerek geniş bir sunuş yapmak olsak gerek. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi. Bengisu’nun yaşamına bakışını, onunla ilgili incelemelerindeki bulgularını, kendiyle bir gibi hissettiği noktaları, duygu birlikteliklerini anlatıyorsunuz. Kimi zaman da öylesine kendinizi dışarıda tutuyorsunuz ki Anlatıcı/Yazar mı konuşuyor yoksa Bengisu’nun belleğinin içine girmiş biri mi söz konusu duraksıyorum. Anlatım merceklerini Anlatıcı/Yazar dışında listelemek gerek. Bengi’nin  anlattıkları, Bengi’nin kurmacalarındaki (Ayşe) karakterin annesine ve çevresine bakışı, kurmaca karakterin annesinin anlattıkları, Dede’nin anlattıkları ve misafirlerin anlattıkları. Bu farklı gözler, farklı okuma eksenlerinin yazara anlatım kolaylığı getirdiği kuşkusuz. Aynı zamanda olay-okuyucu bağlantısı kurularak metne genişlik kazandırılmıştır. Geçişlerdeki çabukluğu ise sonsuz bir keyifle okudum.

Birbirinden farklı fiil zamanlarını peş peşe kullanmakla aynı anda birçok algıyı doyurmayı hedeflediğinizi düşünüyorum. Görme, duyma, koku, dokunma, bilinç, bilinç akışı, duygu renkleri, değerler, felsefeler, toplumsal sıkıntılar, baskılamalar, karakter portelerinin çizimi vs. bu nedenle bir biri ardınca algılanıyor. Böylelikle asla tekdüze olmayan, okuyucuyu diri tutan bir anlatım ki “amacın” emrinde olduğunu hissettim.

Özenle seçilmiş cümlelerden oluşan bölüm adları fısıltılı anlatı akarken azıcık yüksek sesle dikkat çekmek için söylenmişçesine hoş duruyor. “Sabahlardan bir sabah… “ merakla sonrasını beklememize neden oluyor. Bu noktada bölüm adlarını peş peşe dizip okumak geldi içimden; Sabahlardan bir sabah /  Bir başka sabah/ Ah Güzel Sabahlar da Vardı/ Doğru Böyle Sabahlar Vardı/Geçip Gitmiş Bir Dolu Sabah Var. Anımsamak Olası Değil Hepsini/ Bengi Roman Yazmaya Bir Sabah Birdenbire Karar Verdi / İlk Aşk/

Anımsandığında Acı Veren Sabahlardan Biri /Sabahların En Acısı/

Bir Sabah Dede Gelmişti/ Çocukluğumu Yazmak İstiyorum/ Bir Sabah Daha/

Bir Gülperi Hanım Varmış…  Şiir gibi ayrı bir metne ulaşılıyor…

Roman kadronuza baktığımda, yer yer çarpıcı, ayrıntılı tanımlamalar buluyorum. Ama karakterlere ilişkin bütünü, metnin içine serpilmiş ipuçlarıyla, boşlukları doldurarak okuyucunun oluşturmasını bekliyor Alacaceren metni. Her birini tepkilerinden, tepkileri doğrultusundaki sözcüklerden, çatışmalardan tanıyoruz. Bengi ve Dede çok katmanlı karakterler. Ama yalınkat karakterler olmasına karşın son bölümdeki akraba kadınların romanda var olmasıyla bambaşka bir derinliğe ulaşılıyor. Yalınkat karakterler çok katlı karakterlerin ve olayın iletiminin güçlenmesi için var edilmişler sanki. Amaçsız değiller. Ya da salt olayın başka yönünü göstermek için kullanılmış değiller.

BengisuRomanın anlatıcısı ve başkahramanı. Küçük bir kız olarak girdiği kitaptan genç kız olarak ayrılır.
GünBengisu’nun kız kardeşi. Güzel bir kızdır ve Bengisu tarafından hep korunmaktadır.
DedeBu iki çocuğun yaşamında kocaman bir irade, güç, sevgi, güzellik, dayanak unsuru olarak bir anlığına yer alır. Ama onların gelişimine gerçek katkısı olan karakterdir.
AnneBeklentileriyle yaşamı arasındaki derin ayrılıklara dayanamayan ve çözümü kaçmakta bulan karakterdir. Dedenin ölümüyle yine çocuklarının yaşamında yer alacağı hissedilir.
BabaTahsilli olmasına karşın toplumla ve mesleğiyle barışamamış, alkolle sarmalanarak düşler ülkesinde yaşamayı seçmiş, sonra da çocuklarını bırakmış zayıf karakterli, sevecendir.
Gülperi HanımDedenin ölen ikinci eşidir. Dede için çok özel kişiliğini ve yitirilmesinin getirdiği acıyı hissederiz.

Kaleminize ilişkin keyifli keşiflerim ise şunlar oldu;

İlk söylemem gereken metnin olay örgüsü ile değil anlatısal zenginliklerle örgütlenmiş olması. Bunun için karakterlere özgü sözcükler, deyimlerle, duygu veya mekân betimlemeleri kullanmışsınız. Öte yandan Alacaceren’de sabahların ele alındığını gözlemledim. “Yaşamlarının sabahlarını yaşayan” iki kız çocuğunun bu başlangıçlarına dikkat çekilmek istenmiş gibidir.

Kitaptaki yoğunluğu neyin yarattığını düşündüğümden, mozaik düzeninde oluşturulmuş bölümlerde, anlamların eklenişini araştırmayı önemsedim.  Sabah bağlantıları, dede, anne ve baba bağlantıları vardı, Bengi’nin düşlerinin bağlantıları vardı. Türk toplumuna ilişkin öğelerin görkemli ezgilerini dinledim;

Kahvaltıda ekmek balığı yapmak söz gelimi. Sf. 18’deki bir diyalog; “Hadi be yahu, kaynaya kaynaya kapkara oldu bu meret çay” Babaanne genç kız gibi seyirtir, basma entarisinin içinde ince kurumuş vücuduyla; “geldim geldim” der. Rüya yorumu yapılır. (S.30) “Kıçın açık kalmış senin.” Gerçeklik duygusunu  bizimle (okurla) konuşmanızla sağlamışsınız. Daha kitabın ilk cümlesinde  bize dönerek “Onun adı Bengisu” diyorsunuz. “Ben bu Bengi’yi çok seviyorum,”diyorsunuz. Sf.13’ de “Bengi’nin yaşamında önemli olan ya da onun yaşamını irdelemeye çalışırken öne çıkan…” diye açıklama getiriyorsunuz. Gerçekleri anlatma konusunda çok özenli olduğunu, herhangi bir kargaşa yaratmaktan özenle kaçındığını Sf.38’ de “Bengi böyle bir toka kullanma,.”deyişinden anlarız. Romanı güzelleştiren yalın sözcükler yıldız gibi parlıyor; “ Ufantı”, “Tansık” “Aralık “ (evin koridor bölümü için kullanılıyor) Ayrıntıları bölerken daha küçük parçalar, daha küçüklerine ulaşıyorsunuz;

Sabah > kahvaltı > masa > yiyecekler> yağın üzerindeki reçel kalıntısı > çocuktaki etkisi > annedeki sıfır etki…

Şekilsel olarak metin; anlatıcı/yazarın anlattıkları, Bengi’nin belleği, Bengi’nin not defterleri, Bengi’nin kurgusal notları, Bengi’nin kurgusunda anne karakterinin anlattıkları, Dedenin anlattıkları ve belleği, eve gelen misafir kadınların anlatımlarından oluştuğunu saptadım.

Özgün deyimleriniz, sözcüklerinizin ayrı dizilişleri var. Metni hem etkili kılıyor hem kısaltıyor. “Yüreğin sevinçle şişmesi” , “Ben kendim için güzel balkonlar biriktiririm,” (Sf.63) “Öyle ki bu ıslaklık, alnındaki yeni çıkan ince saçlara, yüzünü yıkamış da saçlarını sıvazlamış gibi bir görünüm vermişti.” (S.71) “Oysa benim için bir balkondu Gülperi Nenem.” (S.74) “Hava gamlanırken…” (S.41)  “Alacakavak gibi pırpırlanan çok hoş bir kadın tarafından kırk yıl büyük bir aşkla sevilmiş.” Sayfa 45’ deki tan vaktinin çocuk gözüyle tanımlanmasını “Gün kızamık çıkardığı zaman” iki biçimde okudum.  1) Küçük kızın hastalığını anımsatan saatler, 2) Gökyüzünün kızıl renklere bulanması. Ama söylemeden geçemeyeceğim, anne ve baba sözcüklerinin iyelik eki olmaksızın kullanılışı, müthiş derecede belirleyici, çarpıcı.

“Onun adı Bengisu.” Romanla ilk tanışma cümlesi. Tek satırda iyice algılansın diye tek başına bırakılmış cümle, Bengisu’ya ilişkin düşünmeyi öneriyor okuyan özneye.

Ölümsüzlük iksiri anlamına gelen eski söylenişi “ab-ı hayat suyu”. Böyle bir isim hemen ilgi çekiyor. Hatta yaşam direncine bakılırsa başkarakterin, pes etmeyişine ve algılayışlarındaki inceliklere bakılırsa,  gerçekten apayrı bir su. Bizi onunla tanıştırmanızdan sonra “Sabahlardan bir sabah” bölümüyle Bengisu’nun yaşamına yavaşça girmemizi sağlıyorsunuz. Bu farklı bir sabahtır. Yıllardır yaşamlarında olmayan annelerinin tekrar aralarına döndükleri apayrı bir günün başlangıcı. Ama hem burada hem roman boyunca benimsenmemişlik, sevgi görmemenin işareti olarak bu kadından “anne” diye söz ediyorsunuz. Anne, iyelik eki kullanılmaksızın gezer romanda. Bir takım haklılıkları, kişiliği ve karakter olarak romanda / yaşamda kendince sağlam duruşu olmasına karşın çocukların gözünde yabancı biridir.  “Evde konuk var!” diye tanımlanır 11. sayfada. Ünlem işaretli ve yabancılığın altı çizilircesine konuk sözcüğüyle işaretlenmiştir. Eve gelmiştir. (Dedenin ölümünden sonraki zaman dilimi.) Yeni bir başlangıcın tedirginliğinin evden, eşyalardan, yiyeceklerden dalga dalga yayıldığını duyumsarız. Şimdiki zamanı anlatıcı /yazardan dinleriz. Bazen de dili geçmiş zaman fiiliyle verilir.

Anne ve babanın nasıl tanıştıklarını, evlenme öykülerinin anlatıldığı sonrasında günlük yaşamlarından kararlarından veya kararsızlıklarından söz edilen bölümde aksaklıklar vardır. Buradaki “Da…” ile çok pratik, günlük yaşamda çok kullandığımız, bu yüzden fazlasıyla gerçeklik duygusu yaratan hayal edilenle yaşanan arasındaki açı farkına işaret edilir. Karışık fiil zamanlarıyla anlatım hareketliliği sağlanır. Ama en çarpıcı anlatım biçimi uykuya geçiş süreci bana göre. “Güzeeeeee. Uyku öyle bir iner ki, tanımlanması çok zor, gizemli bir geçiştir bu derinlerine, çok derinlere… “L” harfine erişmek olanaksızdır.” (S.19)

Bu betimleme yükü çok yoğun, imgelemi okuyucunun dağarcığı boyutunda genişletmeye yatkın sözcük dizgeleri ‘balkonu, badanası, içinin düzeni’ çok güzel evde konuk olmaya benziyor. Ev sahibimiz yazarımız.

Anlatısal hareketlilik konusunda görkemli bir düzenleme söz konusu. Geriye bakışlarla (analeks) okuyucunun belleği sürekli tazelenirken var olan yapıya katkıda bulunacak genişlemelere yer veriyorsunuz. Okuma boyunca olayın nedeninin bir parçası ya da karakterin bir özelliğini keşfederiz. Sabırsız bir metin olmadığı için ileri sıçramalar (proleks) yapılmamış sanıyorum.

Metne ilişkin zamanın net verilmediğini, zamana ilişkin izlenimlerin yavaşça yaratıldığını söylemeliyim ki bu metni çok hoş,saydam kılmış bana göre. Söylenen zaman dingin ve acelesiz iken okuma zamanının hızlı olması yazarın gücü olsa gerek. Çünkü sakin bir sesle yapılan söyleşi öylesine akıp gidiyor ki daha sonra da yineleyeceğim gibi 67 . sayfada  “Aaaa tüh!” sesi çıkıyor farkında olmadan, ağzımdan. Ne zaman bu sayfaya gelmişim anlayamadım.

Okuyucu olarak benim metinlerde dikkat ettiğim bir başka konu da metne vuran ışıktır. Alacaceren’de hep sabah ışığı kalıyor akılda. Yaşamın ilk evresi çocukluğu çağrıştırıyor, günün ilk evresi, göz alıcı parlaklık, tüm hüzünlerin üstünde bir “vaat” olarak ışıyor. Metnin art alanının 70, 80 ve 90 lı yıllardaki Türkiye olduğunu farkında olmadan anlıyorsunuz. Bu annenin beklentileri ve isteklerinin gerçek yaşamla nasıl çeliştiğini verirken de algılanıyor, siyasi görüşlere ilişkin konuşmalarda çıkarımlardan da. Çocukların okudukları kitaplar… Asıl metnin sonunda okuyucuyla doğrudan konuşurken, art alanı elinizin tek hareketiyle biçimlendiriyorsunuz. Aynı zamanda mekânı da belirleyiveriyorsunuz bir çırpıda.

Kitaptan ayrılırken…

“Bir Sabah Daha” bölümünde, Sf.64’ te irkildim, birden kitabın kalanı dikkatimi çekti. 67 . sayfadayım ve 76 da bitiyordu.  “Aaaa tüh!” Nasıl ayrılacağım şimdi kitaptan?  Böylesine bir sarmalanmışlık duygusuyla okuyorum Alacaceren’i. Kısa ve damıtık olması mıdır onu bu denli güçlü kılan?

Öykünün devamında okuyucuyu özgür bırakmak istiyor görünseniz de metnin sonunda Türkiye’nin 2000’ li yıllardaki bungunluğuna işaret edip bu ortamın içinde devamı yazmaya istenç duymadığınızı belirtmişsiniz. (Bu sizsiniz değil mi anlatıcı yazar değil, doğrudan siz…)  sonuç trajik öyle mi?

75. sayfada “Ben burada bırakıyorum,” derken yazar/anlatıcı,  içimin burkulduğunu itiraf etmeliyim. Olay örgüsü yüzünden değil hayır. Bu karşılıklı söyleşi, zaman zaman roman kahramanlarının da koltuklarda oturduğu, kahvaltı yaptığı, balkondan aşağı baktığı bu Alacaceren evinden gitmek istemiyorum. Yazarım bir söz veriyor. “Bir gün belki, akşamları yazmaya başlayarak sürdürebilirim…”  [1]

***

Bekledik, sevgili Nezim, ama kara kanatlı koca kuşun da beklediğini hesaba katmadık.  Sözcüklerle ne zaman her haşır neşir olsam “bir ceylan su içmeye iner” gönlümdesizi anarım, biliyor musunuz?

Sonsuz saygılarım, sonsuz sevgilerimle, özlemle…

Serap Gökalp


ÖYKÜDE MEKAN VE DİYALOG

Merhaba, bugün öykü sırlarımızdan ikisini paylaşacağız. Uzam ve karşılıklı konuşma.

İtalyan krallarından III.Vittorio Emanuel kültürü kıt birisi olarak ünlüymüş. Bir gün bir resim sergisinin açılışını yapmak, tablolara da hayran hayran bakarak salonları dolaşmak zorunda kalmış. Kral, yamaçlarında bir köyün uzandığı çok güzel bir vadi manzarasının önüne geldiğine, uzun uzun resme bakmış ve sonra serginin yöneticisine sormuş: “Bu köyün nüfusu ne kadar?”

Kısa öykünün en önemli unsuru mekan olarak söylenir. Yalın bir düşünceyle bir şeyi bir yere koymak gerek. Öyküyü  içine yerleştirdiğiniz şey mekândır, UZAM. Bir tablodur bu. Rengini, ışık ayarını, bakış açısını, kıvamını tümüyle amacınıza uygun saptadığınız bir tablo. Gerçeklik duygusunu yaratacak unsurlardan biridir. Öyle ki tabloya bakan köyün nüfusunu sorsun.

Günümüz öykücülüğü… Bu cümle insanı yerinden hoplatıyor. Bin bir ata, asıl dizginlere… At gitsin ufuk çizgisi gitsin… Öyle bir konu ki yolumuzu yitiririz.

Sonra ikinci cümle “ içinde mekan ve diyalog” Evet.  Şimdi atımızdan inebilir yürüyebiliriz. Bu arda çevremize çiçeklere böceklere bakar, kokuları içimize çeker, bu uçsuz bucaksız öykü alanında edebiyatın güneşini tenimizde hissedebiliriz. İşin tadını çıkarabiliriz.

Uzam ve karşılıklı konuşmayı   sıkıcı kitap cümleleriyle anlatmaya kalkışmayacağım. . Zaten biz yazarken öyle göstergebilim açısından, dilbilim açısından falan filan bu iş nasıl duracak diye pek bakmayız. Tek bir hedefe kilitleniriz, oraya ulaşmak için öykü unsurlarını kullanmayı deneriz.

Bir karar veririm. Şu konuda yazacağım diye. Sonra küçük bir prizmaya dönüştüğümü hayal ederim.  Evrende duran, küçük bir prizma. Ta tanrı Toth tan bu yana insanlık tarihinin yedi bin yıllık birikimlerinden bana düşen ışıkla birlikte gözlemlerimi, düşüncelerimi ve duygularımı yoğurur yeni bir tayf olarak öykümü yazarım.  Bu benim özgün tayfımdır…

Size üç küçük uzam yarattım. Birincisi üzerine konuşalım. Hayallerinizce geniş bir doğa parçasında canınız hangi renk istiyorsa o renk bir atın üstünde koşan ben. Arkamda bir toz bulutu, düşlersiniz. Hava büyük olasılıkla açık çünkü ufuk çizgisini görüyoruz. Koşan bir atın üstündeki binicinin görüntüsünü siz imgeliyorsunuz. Saçlarım mı uçuşuyor, gözlerim kısılmış mı?  Ellerim dizginlerde, ayaklarım üzengilerde nasıl duruyor?  At nal izleri bıraktığı toprak bir yüzeyde mi koşuyor, ince bir bitki örtüsü mü var, sizin bileceğiniz iş… Bunları söylemedim ama sizin zekânıza güvenerek bir iki cümle ettim.

   

At gitsin ufuk çizgisi gitsin…

Bu cümlelerin ardından şunu söyleseydim; Ufuk çizgisini yakalamaya çalışırken yorgun düşmüşüm, ter içinde gözümü açtığımda daha gün doğmamıştı. Kalkıp pencerede ufuk çizgisini beklemeye başladım. Şimdi öykü mekânını başka bir çizgiye kaydırdım. Bir düşümü anlatmaya başladığımı görüyorsunuz.

Başka bir deneme yapalım mı? At gitsin ufuk çizgisi gitsin…

Hemen arabaya  atladım; “ Acele et” diye bağırdım arabacıya. “Acele et çok kısa zamanda çok uzak bir yere gitmemiz gerekiyor.”  “Nereye hanfendi? “Ufuk çizgisini yakalayacağız.” Araba tozu dumana katarak yol almaya başladı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Durduk. “Geldik mi?” diye başımı uzattım dışarıya. Aman Tanrım! At falan yoktu!

   

Burada da sizin  imgelerinizi harekete geçmeyi umarak sözcükler kullandım. Ama bence uzam öyle bir şeydir ki öyküyü çerçeveleyip sabitleme çabası olmasına karşın yazarın yorumu ve okur algısı işin içine girdiği için değişir, ne dersiniz?

Mekan yaratmada en büyük usta Edgar Allan Poe’dır biliyorsunuz. Poe’nin formülü, atmosfer, hipnoz etkisi, matematiksel kesinliktir.  Bakın şimdi:

“Ve bu çimenliklerde yer yer, düşsü korular uzanırdı. Bunların fantastik ağaçlarının uzun ince gövdeleri dik yükselmez, öğlenleri vadinin ortasına düşen gün ışığına doğru zarifçe eğilirdi. Abanoz ya da gümüş renkli görkemli kabukları öyle pürüzsüzdü ki Eleonora’nın yanakları dışındaki her şeyden daha düz, daha kaygandı…” (Eleonora) Mekan betiminden yavaşça karaktere götürdü bizi yazar.

“Bir sabah tedirgin düşlerden uyanan Gregor Samsa,dev bir böceğe dönüşmüş buldu kendini.” Kafka konuştu. Bize Dönüşüm öyküsünü anlatmaya başlıyor…

   

Bir görüş günümüz öyküsünde uzamın kullanılmaz olduğudur. Ama bunu tümüyle yok etmek değil mekanın gizlendiği veya gizemli olarak var olduğu şeklinde yorumlamak gerek.. Anıştırmayla okura önerilen mekandır bu. Belki de bizi yanıltan, mekan dediğimizde eski metinlerin uzun betimlemelere yönelmiş  olması.  Çağdaş öykü için atmosfer yaratmak deyimini kullanmak nasıl olur acaba? Bana daha açıklayıcı gelir.  Aradaki fark bence şudur, betimleme okura yazar penceresinden hayli ayrıntılı bir bakış sağlar. Oysa atmosfer yaratmak okura  orada olma duygusu verir ki bu anıştırmayla sağlanır. Hayal edilebilir ayrıntılarla oluşturulur ve metni yoğunlaştırmak için kullanırız.

Başka amaçlar için de kullanırız. Bir zamanı, tarihsel kesiti veya yaşam kesitini yakalamak için var ederiz. Gerçeklik duygusu yaratırız. Beri yandan zaman öğesi ve karakter öğesiyle de -tersi yani- mekâna ilişkin ipuçları verebiliriz.

   

Ter içinde uyandı, her şeyden kopmuş, bir süre evde aylak aylak gezindi. Sonra bir sigara yaktı ve oturdu, kafası bomboş, buruşmuş pantolonundaki kırışıklara baktı. Ağzında uykunun ve sigaranın tüm acılığı vardı. Pörsük ve gevşek günü, onun çevresinde, vazonun içindeki su gibi çalkalanıyordu. Albert Camus karakter öğesiyle uzamı gözümüzün önüne bırakıyor.

Kolay anlaşılabilir uzamlar yaratabiliriz. Karakterlerin iç dünyasındaki mekanları kullanabilir veya soyutlayabilirsiniz ama kimi araştırmacıların saptadığı şudur 21. yy mekanı kaygan zemin ve şiddet unsurlarıyla oluşturuluyor, derler.

… su setindeki kırık bir şişenin boynundan küçük pırıltılı bir yıldız noktası çakıp söndü ve bir köpeğin ya da kurdun yuvarlak kara gölgesi belirip koşmaya başladı…. Çehov konuştu.

   

Mekanı kimi zaman kurşunkalemle, kimi zaman pastel boyayla kimi zaman da çok renkli çizeriz. Üslubumuz veya seçtiğimiz konu neyi gerektiriyorsa.

“Derken çanların çalması durdu,ağılda tüfekler patlayarak öğlenden sonranın havasını patiska yırtar gibi yırttı.” Carlos Fuantes’in bir cümlesiydi bu. Kulaklarımızı da istiyor Fuantes.

Çiçikov kuş tüyü yorganın tüyleriyle sarınmış bir halde uyuya kalır; simit gibi kıvrılır ve ertesi sabah uyandığında bir sineğin tavandan kendisine bakmakta olduğunu görür” Gogol.

   

Sisler içinde yitirilmiş bir gün olacağını bilemezdiniz. Yürürken apansız ayaklarınızı yitireceğinizi, arabaların hareketli bir çift ışıktan ibaret olacağını. Bu narin ve tehlikeli duvar yüzünden kıpırdamaktan korkacağınızı. Çocuklarınızı, evlerinizi, sokaklarınızı hatta rüzgarı bile yutuvereceğinden kaygılanıp, ötesini göremediğiniz pencerelerden dışarı kaygıyla bakacağınızı. Belediye çukurlarında insanların öleceğini ve hırsızların bayram edip köşe bucağa saçılmışken yollarını yitirip karakollara sığınacağını. Siste ne olacağını bilemezdiniz….

Bu ben… Sisin İzi adlı öykümü anlatmaya başladığım ilk cümleler. Bu öykü oğlunu grizu patlamasıyla yitiren bir anneyi anlatır. Sisli mekan dramatik atmosfer için var edilmiştir

Yine ben; Fadime Hanım’ın ışığını anlatmaya başlıyorum.

   

Fadime Demircan, kasabanın çürük dişleri gecekonduların iki sıra dizildikleri yamaçtan çakılları saçıp sıçratarak aceleyle yürüyor… Dünden belliydi gerçi yağmur… Batı tarafta bulutlar tortulanıp bulanmaya başlayınca denizin üstüne bir gölge vurur, bu hayra alamet değildir. Sahildeki şemsiyelerin toplanması gerekir…

Fadime Hanımın Işığı adlı öykümü kardeşime okur musun diye verdiğimde (Fadime Hanım, bir balıkhane işçisidir. Sabah kasaba dışındaki evinden çıkıp işine giderken yol boyunca evde ateşli olarak yalnız bıraktığı küçük kızı için kaygılanır. ) okuyup bitirdi ilk söylediği;

 “İçim daraldı.  Hava puslu, kadının kaygıları da üzerine ekleniyor, yetmiyor fırtına çıkıyor, ortalık kıyamet…Birden kendimi Fadime Hanım sandım, Beste’ de evde tek başına kalmış….İnsanın içine fenalık geliyor.”

“Ciddi misin?” dedim. “Ama bu harika! Yapmak istediğim tam da buydu. “

   

Evet, bu konuşmadan okur olarak nasıl bir sonuç çıkarıyoruz? Kardeşim yumuşak kalpli biri.  Duygusal, annelik duyguları güçlü.  Bir kızı var. Olasılıkla çalışan bir anne ve bu konuda duyarlılıkları var.  Hatta içine fenalık geldiyse belki de öyküyü okuduktan sonra Beste’yi evde tek başına bıraktığında kırk kere ortamı, olasılıkları gözden geçiriyor.

Ben nasıl biriyim? Acımasız mı? Türlü numaralarla insanların duygularıyla mı oynuyorum? Öyle mi? Öyle.

Bu karşılıklı konuşma görüldüğü üzere iki karakter hakkında size sağlam ipuçları verdiği gibi yine imgeleminize seslenerek onların ete kemiğe bürünmesini sağlıyor. Kişiliklerini de siz oluşturuyorsunuz.

Deniz Kestaneleri adlı öykümden bir diyalog

 “İrfan” dedi Necdet “Ayıp oluyor, herkes camlara çıktı.”

   

“Ben saçının telinden o yuvarlacık topuklarına kadar vurulayım, sen bana denizkestaneleri yedir ha?!  YAŞAMAK NEYE YARAAAAAR?”

“Yapma İrfan, böyle sokak ortasında bağırmakla kızın sevgisini kazanacak değilsin. Ağır ol biraz. Etrafı rahatsız ediyorsun. Polis-molis çağıracaklar. Gece yarısı karakola düşeceğiz oğlum… Tamam.Haftaya muhakkak gider isteriz.”

 “Gidecek Ağbicim, gidecek. Yedirdi bana denizkestanelerini, çekip gidecek. Nasıl yemeyeyim Necdet Ağbi? Gözüm, görmesin tamam ama gözümün önünden gitmiyor ki haspa! YAŞAMAK NEYE YARAAAAAR?”

“İrfan, oğlum, tut kendini biraz. Böyle koyverme. Koskoca adamsın. Yakışıyor mu bu sümüklü oğlan tavırları canım?”

   

“Tutamam kendimi Ağbi, içim yanıyor diyorum sana! Duysunlar! Rezil de olayım mezir de umurumda değil, yemişim ben denizkestanelerini, hayır eder miyim hiç? Ulan parası olan adamda böyle sevda olur mu zilli? Bir kere o adamın saçı olmaz! Kuşu uçmaz, kervanı tar-u mar… Çöl olur o çöl! Şşş Necdet Ağbi, bak yoksa bunun zengin- mengin bir vay vayı falan mı var? Kim bilir belki başkalarına da denizkestaneleri yedirmiştir bu?”

Nasıl? İki adam buraya geldi mi? Durum ne?Biri sarhoş, öbürünün canı sıkkın. Etrafta insanlar var. Sarhoş adamın bir sevdiği var ama derdini anlatamıyor vs. vs.

Tabi karşılıklı konuşmadan söz ederken monolog yani kendi kendine konuşma, bilinç akışı iç ses gibi tanımları atlamamalıyız.

   

Geçmişin Çanakları adlı öykümde bir kadının geçmişindeki bir gizi çok korktuğu kocasına nasıl anlatacağına ilişkin kargaşasını ele almak istedim. Durum,kadının karşısına  apansız çıkmıştır.

“Hakkı Bey’e nasıl anlatacağım? Söze nasıl başlayacağım?Sen yirmi yıldan fazla adamla evli ol ve bir şey söyleme… Sonra al karşına de ki; böyle, böyle.Kızmaz mı? Aman Allah’ım! Beni kapı dışarı bile edebilir.Neden söylemedim sanki? Hakkı Bey, bugün birileri geldi diyeyim. Yok, yok öyle olmaz. Önce yemeği sakince yemeliyiz. Ben şimdi bu etli pilavın yanına zeytinyağlı taze fasulye yapayım. Sever. Bir de ezogelin çorba.  Hatta önce sütlaç yapayım ki yemek saatine dek soğusun. Sütüm var. Var değil mi? Ah nasıl kalkacağım bu işin altından, Allah’ım? Dünya üstüme,  üstüme geliyor. Hakkı Bey, diyeyim, seni sever sayarım. Çok şükür bir eksiğimiz yok. Ben de sana iyi hanımlık ettim. Şimdi hanım deyince büyüklendiğimi sanıp sinir olmasın?

   

Karılık mı desem ki? Bu da bana kötü geliyor. O bana kızdığında karı der ya… Ondan… Devamlı da kızgın ya… Pirinçler olmuş. Ah burası da çok sıcak oldu. Şu pencereyi… Ayyy! Bak gördün mü yaptığını aptal karı! Hiii! Ne dedim ben? Kendi kendime hakaret. Kim çıkarmış bu lafı? Başka hangi sözcük  hem sıfat hem küfür oluyor?

Karakteri kendi düşünceleriyle tanıyoruz, atmosfer yaratıyoruz, olay örgüsünü  izliyoruz Uzun uzun betimlemeler yerine düşünce patlamaları yaratacak doğru sözcüklerden örülü kısa cümlelerle okura güvenmek. Bu Çehov’un benimsediği bir yöntemdi. Risklidir.  Okurun zekâsına Çehov çok güvenirdi. Bu konuda sıkıntı duyduğunu sanmıyorum. Çünkü hala çok seviliyor…

Nezihe Meriç’in bir karakteri konuşsun şimdi:

   

“Çapalanacak yerleri bir güzel çapalar, dört beş gün bırakırsın güneşe, yansın toprak. Sonra suyu bir boca eder, bir göllendirirsin. Uuf! Gör nasıl fışkırır haftaya varmadan, yaprak çiçek.”  Egeli bir bahçıvan o.

Orhan Kemal’in  diyaloglarından bir örnek.

– Yook, gelinime laf yok! O olmazsa…

– Oğlun vurur gözünü mü çıkarırdı?

– Allah ikisinden de razı olsun…

– Gözünü morarttıkları için mi?

– Gelinimin suçu yok !

– Oğlun demek ? Hayırlı evlatmış… (O.Kemal, Yaşlı Kadın: 207)

   

Bu örnekte yaşlı kadının kullandığı şart tümcesi otobüs yolcularından biri tarafından tamamlanmaktadır. Bu durum diyalogun daha sonraki bölümünde de sürdürülmekte ve anlam bütünlüğü sağlanmaktadır. Çok hoş bir diyalog yöntemi bu. Bizi daha kolay sonuca götürür, karakterler hakkında fikrimiz daha hızlı bir şekilde oluşur.

Evet, bu konudaki kısasöyleşimizi kapatırken III. Vittorio Emanuel’ibirkez daha anımsayalım. Ne demişti? Bu köyün nüfusu ne kadar? Bu cümleyi diyalog açısından değerlendirirsek III.Vittorionun cümlesinin kişiliğini nasıl hızla çizdiğinin de farkına varırız.Karşılıklı konuşma budenli güçlü bir unsurdur.

Sanatla edebiyat dolu günler diliyorum

Güneş ve Çiçek

Serap Gökalp’in Tuz Saraylar kitabından

         “Kaplamaları kesiyor musunuz oğlum? “ Bağırdı Nuri Usta, sesi kerestelere çarptı. 

         “Ben kesiyorum, Bekir de kaplama bandı çekiyor,” dedi Selami.

         “Su yönlerine dikkat ediyorsunuz değil mi? O âşık hergele ters yapıştırmasın ben de onu ayağından tavana ters asarım bilmiş olun!”

Bekir alınmıştı. Kaplama bandıyla yapıştırıp etrafına siyah filatoyla çerçeve yaptığı parçayı gözlerini devirerek getirip gösterdi;

“Usta valla kalbimi kırdın şimdi.”

         “Bantlaması biten parça var mı peki?”

         “Tabi.” Bekir her cümlesinden sonra -havalı göründüğünü sandığından- ağzını sucuk gibi halkalayıp açık bekletmeyi huy edinmişti. Sonra ayaklarını sürüyerek – bu onun çok mutsuz olduğunun işaretiydi- gidip bantlanmış bir tane getirdi. Nuri Usta çocuğu azarladığına pişman olmuştu; şu bön haline de sinir oluyordu ya… (ŞİMDİ SIRASI DEĞİL!)

         “Kim bantladı bunu?” Yine sesi sinirli çıkmıştı. Hâlâ kalbi kırık Bekir azarın devam edeceğini düşünerek çatallı bir ses ve asık suratla ;   

         “Ben,”

         “İyi,” dedi Nuri Usta kafasını sallayarak, “İyi olmuş, eline sağlık.”

Bekir cevap vermeyip işinin başına döndü, Nuri de arka tarafa geçti. Bıçkıdan aldığı parçaların yüzünü tek tek planyadan geçirip gönyelerini ayarlamaya başladı.

(BAŞIM BELAYA GİRECEK. İÇİME DOĞUYOR.) Saate baktı, ama kaç olduğunu algılayamadı.(BENİ YOK SAYIN DİYECEĞİM.- DİYEMEZSİN!-OLMUŞ BİTMİŞ BİR ŞEY YOK, DERİM.- ÇOK GEÇ!)

         O sırada işliğin önünde duran arabanın tanıdık motor sesini, Nuri Usta’nın duyarlı kulakları ayırt etti.  Bacak kaslarının istemsiz bir şekilde kaçmak için gerildi.

         İşte! Birden ter bastı, tulumunun koluyla alnını sildi, yutkundu. Kapı açıldı. Akan gün ışığı, planyanın dibindeki talaşları tutuşturdu.  Aynı anda çırak, elindeki bantlarını söküp tinerli bezle sildiği parçayı bıraktı. Tanıdıkları kadın parfümü , erkeklerin, ter, reçine, tiner ve ağaç kokularına saldırdı. Nuri’nin ense tüyleri kabardı. “Hoş geldiniz,” dedi, sırnaşık bir sesle çırak çocuk. Nuri Usta kalınlık makinesini çalıştırdı.

         “Nasılsın Levent?”

         “İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum. Çoktandır gelmiyorsunuz.”  Otuz iki dişi meydandaydı Levent’in. 

(BU GÜN NE DİYECEKSEM DEMEM LAZIM. HAYIR, DİYECEĞİM.- SENİ BİTİRİRLER.)

Onlar görmeyecek şekilde baktı. Doktor Şemsi şimdi girmişti içeriye. Levent’e bir şeyler söyledi. Çırak güzel kadınla konuşmasının bittiğini kabullenmiş bir biçimde dükkânın dışına çıktı. Arabayı kontrol etmeye gönderdiler, diye düşündü Nuri. Makinenin devrini artırdı. Gürültünün altına saklanılabilseydi…  (BURAYA GELİYORLAR!)

Döşemeye vuran gölgesi huzursuzca kıpırdandı. (SÖYLEMELİYİM. ÖLÜM YOK YA UCUNDA.-VAR! HEM DE ÖYLE BİR VAR Kİ…) Az sonra bir gölge daha belirdi hemen yanı başında; Lale Hanım. Kışkırtıcı parfümünü duydu adam.

         “Kolay gelsin, Nuri.”

         Başını kaldırdı; “Eyvallah Lale Hanım”

         “Kolay gelsin Nuri Usta.”  Alaycı ses; Doktor Şemsi.

         Nuri Usta’nın kalbi çarpıyordu. “Siz yazıhaneye buyurun, hemen geliyorum”. Ağzı kurumuştu, yeniden yutkundu. Makineyi kapattı. Ellerini tulumunun bacaklarına sürüp temizledi. (OYALANMAK GEREK…)

         Selami’yi çağırdı; “Bunlara kırlangıç diş açacaksınız. Presten çıkanların kaplama bantlarını elle söktür. Elle söksünler ama! Tinerli bezle silinsin, bırakın. Ben yarın hepsini kontrol edeceğim. Numuneyi işkencede bıraktım. Yarın ona da bakacağız. Beğenirsek müşteriye göndereceğiz. Siz her zamanki saatinizde çıkabilirsiniz. Yazıhaneye kimse girmesin.” (ARTIK ZORUNDASIN, GİRMEK ZORUNDASIN! )

         İçeri girdi. Kadın koltukta kahve içiyor, Doktor Şemsi akvaryumdaki balıkları kedi gözleriyle izliyordu.  Aynı kedi gözleriyle, az önce dişlerinin arasından ıslıklı bir sesle kadını arzuladığını, delirmek üzere olduğunu söylemişti. Kadın tahrik olmuş, onu kaçıklıkla suçlamış, kendine bir kahve söylemiş, lâf uzamış, kavganın en can alıcı anında Nuri gelmişti. İçini derin bir haz duygusu kaplamış kadın, bunu anımsıyor, dudağının kahve köpüğüne dokunmasından ürperiyor ve fincanın üstünden adamlara bakıyordu. Bu kötü bir bakış olmakla birlikte Nuri’ye daha önce konuşulmuş konuyla ilgili cevap beklediğini hatırlatıyor, Doktor Şemsi’nin beklentisini de karşılıyordu. Doktor, konuşmayı bir hafta öncesinden değil bir iki dakika öncesinden sürdürüyormuş gibi;

         “Belediye onları kalabalık gruplar halinde toplayıp barınağa getiriyor” dedi Nuri’ye.        

“Buna alışkınlar. Biz de aynı yöntemi izleyeceğiz. Böylece mesele çıkmayacak.”

Doktorun kıvıl kıvıl bakışı, kadının fincanı tutan parmaklarında, bileğinde, dirseğinde, geniş oyuntulu bluzun kol altlarında ve göğüslerinde gezdi. Bu bakışlardan alev alan kumaş, kadını bir anda çıplak bıraktı. Ama o bir tenis topunu karşılarcasına, rahatsız olmadan karşıladı bu bakışı ve az sonra ezip parçalayacağı incire bakar gibi yanıtlayıp bacaklarını kıpırdattı. Her an fırlayacak bedenlerini sabırla karşılıklı oturtmuşlardı.

         Doktor; “Onları toplayıp tesise getiririz. Gerekli tetkikler ve temizleme için,” dedi Nuri’ye.

         Kadın ; “Bertrand Russel ne demiş biliyor musun Nuri? Dünyanın gerçek problemi, aptalların kendinden fazla emin, zekilerin ise kuşkucu olmasıymış.”

         “Bertrand Russel’in paranoyasını yanıtlayacak bir başka özdeyiş gelseydi keşke aklıma Nuri Usta. Ama bu duyguyu tatmak isterim,” dedi Doktor Şemsi, Nuri’ye.

“B” harflerini olduğundan fazla sıkıştırıyordu. İnce dudaklarından ukala patlamaları olarak duyulan “b” ler en fazla “ben” sözcüğü olarak havaya saçılıyordu. Ama Lale’nin devriydi ve o ne derse o olacaktı. Allah için dedesinden sonra ele aldığı hiçbir işi kötü yönetmemişti, Doktor sadece bir iş makinesi sayılırdı.

         “Söylesem tasviri yok, sussam gönül razı değil,” dedi Doktor.

         Sigara dumanının ebruları içinde kızıl lale desenli sinsi bir gülüş yayıldı; “Bırak bu Fuzulî lafları sen,” dedi kadın “Tatmak istediğin her duygunun peşinden gitmenin tehlikeli olduğunu kimse sana söylemedi mi Nuri?”

         “Bu duyguyu tatmak için ellerim hazır bekliyor Nuri,” dedi Doktor. Kadının sinsi gülüşlü dudaklarını, kendi boynunda, vücudunda düşledi, nedensiz biçimde korktu, ama erkeksi bir arsızlıkla, ihtiras ve yağma tutkusuyla da hayalinde elini kadının eteğinin altına soktu. Tam bu sırada karşılaştı bakışları ve Nuri onların birbirlerini yok etmek için fırsat kolladıklarını düşündü. Sonra;  “numunenin işkencesini yeterince sıkıştırdım mı?- Delirmiş elleri kahve fincanlarına koltuk kollarına tutunuyor sanki” diye aklından geçirdi.

          “Sıcak bir kalbin parmaklarımın arasında seğirmesini istiyorum.” Doktor Şemsi, bunları söylerken, havada bir şey yakalamış, kayıp gitmesin diye parmaklarını kısmıştı. Nuri’nin gözlerinin önünde kanlı bir yürek blup, blup yapmaya başladığı için yutkundu. Sözün arasına girme çabasıyla baş ve işaret parmağıyla o da hayali bir ipi tutup öne doğru uzattı.

         “Korkuyorsun” dedi, Doktor, Nuri’ye bir şey söylemesine fırsat vermeden, koltuğun kolçaklarını, parmaklarını pençe yapıp kavradı.

         “Ne münasebet!” diye bağırdı Lale Nuri’ye.

         “Bal gibi korkuyorsun!” diye ısrar etti adam. Nuri, Allah biliyor ya geberiyorum, diye düşündü.

         Kadın; “Bir daha bu saçma lafı söylersen seni öldürürüm!” dedi. Çok ciddiydi, doğrudan Şemsi’ye söylemişti.

         “Beni dinle,” dedi Doktor. “Sana hiç güvenmiyorum aslında biliyor musun? Birden-bire bizi yarı yolda bırakacakmışsın gibi bir duygu var içimde.”

Nuri; ne zamandır başını bir ona bir ötekine çevirmek dışında hareketsiz kalmış çekirge,  savunma yapmak için uzun tırtıklı bacaklarını azıcık öne sürüdü.

         “ Nuri benimle ilk kez çalışmıyor, yarım bırakılmayacak işler vardır, o

bilir,“ diye tısladı Lale. “Sen kafanı yorma böyle şeylere Doktor! Altından kalkarsın Nuri.”

Nedense ne zaman böyle dense, Nuri’nin gözü hep ayakkabılarına takılır ve onlara bağırası gelir; kaçın! Ama ev sahibi… Ev sahibi, paslı menteşe bakışıyla, bir adım geri gitti tekrar ve hiç ilginç bir şey olmadığı halde, anlamlı anlamlı köşelere, tavana baktı, burayı bir kadın tutup temizletmeli, diye düşünüp konuşma sırasının gelmesini bekledi. Güzel kadının ışıldaklarının kendisine yöneldiğini hissetti.

         “E, Nuri ne diyorsun ?”

         Nuri ağır göz kapaklarını indirip korunmaya çalışarak cevap verdi.  Ben yokum, demek istiyordu; “Öyle hemen olmaz, kafamıza göre toplarsak olmaz,” dedi.

         “Nasıl anlayamadım?”

         “Bir herif var, kendine Kethüda dedirtiyor. Biraz kafadan kontaktır. Bunları o topluyor. İşi öğretiyor. Onun elinden geçmeden kimse bu işe giremiyor. Hariçten yapamıyor.”

         Kadın; “Onun elinden geçmek…” sesini giderek hafifletti ve cümlesini yarım bıraktı. Bu onun soru sorma biçimiydi. Nuri yarım bırakılmış cümleyi yavaşça aldı, hafif sesten normal sese doğru yükselterek yanıtladı; “Onun elinden geçmek demek mesleğe uygun hale gelmek yani.”

         Doktor;”Aslında benim istediğim o, mesleğe uygun hale getirmeden fazlaları değerlendirmek,” dedi. “Nasıl olsa -Kethüda mıydı?- hizmete aldıklarının kullanım süreleri uzun. Kabul etmeli ki kaynakları gereğinden fazla artıyor.”

         Nuri: “Kendi aralarında üreme yoluyla da çoğalıyorlar. Kontrol edilmeyince başkalarının eline geçiyor, ya da bağımsız olmayı istiyorlar. Bu Kethüda’nın da canını sıkıyor. Kendisi dışında bu işe kalkışanlar için bir çözüm arıyor, biliyorum” dedi.

         “Niçin oturmuyorsun?” Lale kanepede yanındaki boş yeri okşadı.

         “Yok, iyi böyle” dedi Nuri, âdem elması çıkıp indi.

         Doktor; ” O çözüm biziz işte,” dedi. “Yaşamı uzatmak, yaşamı güzel kılmak için Tanrı’nın bize gönderdiği bu olanakları değerlendirmemiz gerekiyor.” Alaylı, abartılı bir ses ve tiyatromsu geniş kol hareketleri…

         Nuri, görünüşte iş alanlarını genişletmek için bu karşılıklı akıl yürütmeden boğulmak üzereydi. Bu durdurulamaz tutuşma, sarhoşluk yüzünden bir an önce kaçmak istiyordu.

         “Tamam,” dedi güzel kadın, onu birden bire ne razı etmişse, kahve fincanı bir elinde, tabak içinde dururken öteki elini kaldırdı. Dışarıdan vuran ışık uzun tırnaklarını geçirgen gösteriyordu. “Tamam, deneyeceğiz. Önce küçük bir deneme,” dedi, Nuri’ye.

         Nuri yutkundu ve tam da o sırada Lale Hanımın kendisine tamam demesinin, aslında doktora tamam demek olduğunu anlayıverdi. İş, kadının umurunda değildi.

Güzel kadın, kahvesinin son yudumunu da alıp fincanı tabağa ters çevirdi; fal kapattı. Sonra yanındaki sehpaya bırakışı denetimi bırakış, zevke tırmanmak üzere birine görülmek için, etin yolunu buluşuydu, bir ilk adım. Ayağa kalkıp, ağaç kokusunu derin derin içine çekti; “Buranın kokusunu çok seviyorum yahu, çok erkeksi bir koku…” diye mırıldandı.

         Gittiler, işçiler çoktan çıkmıştı. Nuri ortalığı kontrol edip, apar topar dışarıda,  karşı kaldırımda çiçek satan kadına sert bir baş hareketi yapıp çağırdı. Gelir gelmez, işliğin kapısını hızla sürgüleyip şalvarını elinin tek hareketiyle indirdi.

         “Ne oluyor be!” dedi kadın, yarı korkmuş yarı meydan okur.

         “Kes sesini” dedi adam sinirle.  (Şimdi gidip Kethüdayı bulmalı, hay ben bu fermuarın, ona planı anlatmalı.)

          “Lan çok pis kokuyorsun be hiç yıkanmıyor musun?” (Zaten hayır diyecek hali mi var?)

         “Çüş! Ya ne bu? Hayvan mısın nesin?”dedi kadın.

         “Kes-se-si-ni-de-dim-de-dim.” (Bu işe karışmayı istemiyorum. Ama artık yapacak bir şey yok. Boğazıma kadar… Çok pis kokuyor… Benim karı beni görse… Lale şimdi… Bir daha bu… Bu işler insanın aklını alıyor, neyse artık oldu bir kere, herkesin aklı fikri donunun içinde zaten, yeri zamanı yok. Canım rakı istedi be… Kadınlar kokmamalı… Burasını temizletmeli. Beni temizleyecekler böyle giderse. Ön-ce bir de-ne-me-ya-pa-ca-ğım… Son-sonnnra… )

          “Kâğıt mendilin var mı kız?”

         Kadın küskün bir küfür savurdu. Toparlanmaya çalıştı. Başını eski kurt yenikli masanın kenarına vurmuş, dudağını ısırıp patlatmıştı. Elinin tersiyle kanayan yeri sildi, parasını aldı. Çıkıp gitti.

         Tavana yakın pencerelerden giren akşam alacası yere sarkan tozdan tüllere vurmuştu.

ÇİÇEK

         “Kaplamaları kesiyor musunuz oğlum? “ Bağırdı Nuri Usta, sesi kerestelere çarptı. 

         “Ben kesiyorum, Bekir de kaplama bandı çekiyor,” dedi Selami.

         “Su yönlerine dikkat ediyorsunuz değil mi? O âşık hergele ters yapıştırmasın ben de onu ayağından tavana ters asarım bilmiş olun!”

Bekir alınmıştı. Kaplama bandıyla yapıştırıp etrafına siyah filatoyla çerçeve yaptığı parçayı gözlerini devirerek getirip gösterdi;

“Usta valla kalbimi kırdın şimdi.”

         “Bantlaması biten parça var mı peki?”

         “Tabi.” Bekir her cümlesinden sonra -havalı göründüğünü sandığından- ağzını sucuk gibi halkalayıp açık bekletmeyi huy edinmişti. Sonra ayaklarını sürüyerek – bu onun çok mutsuz olduğunun işaretiydi- gidip bantlanmış bir tane getirdi. Nuri Usta çocuğu azarladığına pişman olmuştu; şu bön haline de sinir oluyordu ya… (ŞİMDİ SIRASI DEĞİL!)

         “Kim bantladı bunu?” Yine sesi sinirli çıkmıştı. Hâlâ kalbi kırık Bekir azarın devam edeceğini düşünerek çatallı bir ses ve asık suratla ;   

         “Ben,”

         “İyi,” dedi Nuri Usta kafasını sallayarak, “İyi olmuş, eline sağlık.”

Bekir cevap vermeyip işinin başına döndü, Nuri de arka tarafa geçti. Bıçkıdan aldığı parçaların yüzünü tek tek planyadan geçirip gönyelerini ayarlamaya başladı.

(BAŞIM BELAYA GİRECEK. İÇİME DOĞUYOR.) Saate baktı, ama kaç olduğunu algılayamadı.(BENİ YOK SAYIN DİYECEĞİM.- DİYEMEZSİN!-OLMUŞ BİTMİŞ BİR ŞEY YOK, DERİM.- ÇOK GEÇ!)

         O sırada işliğin önünde duran arabanın tanıdık motor sesini, Nuri Usta’nın duyarlı kulakları ayırt etti.  Bacak kaslarının istemsiz bir şekilde kaçmak için gerildi.

         İşte! Birden ter bastı, tulumunun koluyla alnını sildi, yutkundu. Kapı açıldı. Akan gün ışığı, planyanın dibindeki talaşları tutuşturdu.  Aynı anda çırak, elindeki bantlarını söküp tinerli bezle sildiği parçayı bıraktı. Tanıdıkları kadın parfümü , erkeklerin, ter, reçine, tiner ve ağaç kokularına saldırdı. Nuri’nin ense tüyleri kabardı. “Hoş geldiniz,” dedi, sırnaşık bir sesle çırak çocuk. Nuri Usta kalınlık makinesini çalıştırdı.

         “Nasılsın Levent?”

         “İyiyim. Sizi gördüm daha iyi oldum. Çoktandır gelmiyorsunuz.”  Otuz iki dişi meydandaydı Levent’in. 

(BU GÜN NE DİYECEKSEM DEMEM LAZIM. HAYIR, DİYECEĞİM.- SENİ BİTİRİRLER.)

Onlar görmeyecek şekilde baktı. Doktor Şemsi şimdi girmişti içeriye. Levent’e bir şeyler söyledi. Çırak güzel kadınla konuşmasının bittiğini kabullenmiş bir biçimde dükkânın dışına çıktı. Arabayı kontrol etmeye gönderdiler, diye düşündü Nuri. Makinenin devrini artırdı. Gürültünün altına saklanılabilseydi…  (BURAYA GELİYORLAR!)

Döşemeye vuran gölgesi huzursuzca kıpırdandı. (SÖYLEMELİYİM. ÖLÜM YOK YA UCUNDA.-VAR! HEM DE ÖYLE BİR VAR Kİ…) Az sonra bir gölge daha belirdi hemen yanı başında; Lale Hanım. Kışkırtıcı parfümünü duydu adam.

         “Kolay gelsin, Nuri.”

         Başını kaldırdı; “Eyvallah Lale Hanım”

         “Kolay gelsin Nuri Usta.”  Alaycı ses; Doktor Şemsi.

         Nuri Usta’nın kalbi çarpıyordu. “Siz yazıhaneye buyurun, hemen geliyorum”. Ağzı kurumuştu, yeniden yutkundu. Makineyi kapattı. Ellerini tulumunun bacaklarına sürüp temizledi. (OYALANMAK GEREK…)

         Selami’yi çağırdı; “Bunlara kırlangıç diş açacaksınız. Presten çıkanların kaplama bantlarını elle söktür. Elle söksünler ama! Tinerli bezle silinsin, bırakın. Ben yarın hepsini kontrol edeceğim. Numuneyi işkencede bıraktım. Yarın ona da bakacağız. Beğenirsek müşteriye göndereceğiz. Siz her zamanki saatinizde çıkabilirsiniz. Yazıhaneye kimse girmesin.” (ARTIK ZORUNDASIN, GİRMEK ZORUNDASIN! )

         İçeri girdi. Kadın koltukta kahve içiyor, Doktor Şemsi akvaryumdaki balıkları kedi gözleriyle izliyordu.  Aynı kedi gözleriyle, az önce dişlerinin arasından ıslıklı bir sesle kadını arzuladığını, delirmek üzere olduğunu söylemişti. Kadın tahrik olmuş, onu kaçıklıkla suçlamış, kendine bir kahve söylemiş, lâf uzamış, kavganın en can alıcı anında Nuri gelmişti. İçini derin bir haz duygusu kaplamış kadın, bunu anımsıyor, dudağının kahve köpüğüne dokunmasından ürperiyor ve fincanın üstünden adamlara bakıyordu. Bu kötü bir bakış olmakla birlikte Nuri’ye daha önce konuşulmuş konuyla ilgili cevap beklediğini hatırlatıyor, Doktor Şemsi’nin beklentisini de karşılıyordu. Doktor, konuşmayı bir hafta öncesinden değil bir iki dakika öncesinden sürdürüyormuş gibi;

         “Belediye onları kalabalık gruplar halinde toplayıp barınağa getiriyor” dedi Nuri’ye.        

“Buna alışkınlar. Biz de aynı yöntemi izleyeceğiz. Böylece mesele çıkmayacak.”

Doktorun kıvıl kıvıl bakışı, kadının fincanı tutan parmaklarında, bileğinde, dirseğinde, geniş oyuntulu bluzun kol altlarında ve göğüslerinde gezdi. Bu bakışlardan alev alan kumaş, kadını bir anda çıplak bıraktı. Ama o bir tenis topunu karşılarcasına, rahatsız olmadan karşıladı bu bakışı ve az sonra ezip parçalayacağı incire bakar gibi yanıtlayıp bacaklarını kıpırdattı. Her an fırlayacak bedenlerini sabırla karşılıklı oturtmuşlardı.

         Doktor; “Onları toplayıp tesise getiririz. Gerekli tetkikler ve temizleme için,” dedi Nuri’ye.

         Kadın ; “Bertrand Russel ne demiş biliyor musun Nuri? Dünyanın gerçek problemi, aptalların kendinden fazla emin, zekilerin ise kuşkucu olmasıymış.”

         “Bertrand Russel’in paranoyasını yanıtlayacak bir başka özdeyiş gelseydi keşke aklıma Nuri Usta. Ama bu duyguyu tatmak isterim,” dedi Doktor Şemsi, Nuri’ye.

“B” harflerini olduğundan fazla sıkıştırıyordu. İnce dudaklarından ukala patlamaları olarak duyulan “b” ler en fazla “ben” sözcüğü olarak havaya saçılıyordu. Ama Lale’nin devriydi ve o ne derse o olacaktı. Allah için dedesinden sonra ele aldığı hiçbir işi kötü yönetmemişti, Doktor sadece bir iş makinesi sayılırdı.

         “Söylesem tasviri yok, sussam gönül razı değil,” dedi Doktor.

         Sigara dumanının ebruları içinde kızıl lale desenli sinsi bir gülüş yayıldı; “Bırak bu Fuzulî lafları sen,” dedi kadın “Tatmak istediğin her duygunun peşinden gitmenin tehlikeli olduğunu kimse sana söylemedi mi Nuri?”

         “Bu duyguyu tatmak için ellerim hazır bekliyor Nuri,” dedi Doktor. Kadının sinsi gülüşlü dudaklarını, kendi boynunda, vücudunda düşledi, nedensiz biçimde korktu, ama erkeksi bir arsızlıkla, ihtiras ve yağma tutkusuyla da hayalinde elini kadının eteğinin altına soktu. Tam bu sırada karşılaştı bakışları ve Nuri onların birbirlerini yok etmek için fırsat kolladıklarını düşündü. Sonra;  “numunenin işkencesini yeterince sıkıştırdım mı?- Delirmiş elleri kahve fincanlarına koltuk kollarına tutunuyor sanki” diye aklından geçirdi.

          “Sıcak bir kalbin parmaklarımın arasında seğirmesini istiyorum.” Doktor Şemsi, bunları söylerken, havada bir şey yakalamış, kayıp gitmesin diye parmaklarını kısmıştı. Nuri’nin gözlerinin önünde kanlı bir yürek blup, blup yapmaya başladığı için yutkundu. Sözün arasına girme çabasıyla baş ve işaret parmağıyla o da hayali bir ipi tutup öne doğru uzattı.

         “Korkuyorsun” dedi, Doktor, Nuri’ye bir şey söylemesine fırsat vermeden, koltuğun kolçaklarını, parmaklarını pençe yapıp kavradı.

         “Ne münasebet!” diye bağırdı Lale Nuri’ye.

         “Bal gibi korkuyorsun!” diye ısrar etti adam. Nuri, Allah biliyor ya geberiyorum, diye düşündü.

         Kadın; “Bir daha bu saçma lafı söylersen seni öldürürüm!” dedi. Çok ciddiydi, doğrudan Şemsi’ye söylemişti.

         “Beni dinle,” dedi Doktor. “Sana hiç güvenmiyorum aslında biliyor musun? Birden-bire bizi yarı yolda bırakacakmışsın gibi bir duygu var içimde.”

Nuri; ne zamandır başını bir ona bir ötekine çevirmek dışında hareketsiz kalmış çekirge,  savunma yapmak için uzun tırtıklı bacaklarını azıcık öne sürüdü.

         “ Nuri benimle ilk kez çalışmıyor, yarım bırakılmayacak işler vardır, o

bilir,“ diye tısladı Lale. “Sen kafanı yorma böyle şeylere Doktor! Altından kalkarsın Nuri.”

Nedense ne zaman böyle dense, Nuri’nin gözü hep ayakkabılarına takılır ve onlara bağırası gelir; kaçın! Ama ev sahibi… Ev sahibi, paslı menteşe bakışıyla, bir adım geri gitti tekrar ve hiç ilginç bir şey olmadığı halde, anlamlı anlamlı köşelere, tavana baktı, burayı bir kadın tutup temizletmeli, diye düşünüp konuşma sırasının gelmesini bekledi. Güzel kadının ışıldaklarının kendisine yöneldiğini hissetti.

         “E, Nuri ne diyorsun ?”

         Nuri ağır göz kapaklarını indirip korunmaya çalışarak cevap verdi.  Ben yokum, demek istiyordu; “Öyle hemen olmaz, kafamıza göre toplarsak olmaz,” dedi.

         “Nasıl anlayamadım?”

         “Bir herif var, kendine Kethüda dedirtiyor. Biraz kafadan kontaktır. Bunları o topluyor. İşi öğretiyor. Onun elinden geçmeden kimse bu işe giremiyor. Hariçten yapamıyor.”

         Kadın; “Onun elinden geçmek…” sesini giderek hafifletti ve cümlesini yarım bıraktı. Bu onun soru sorma biçimiydi. Nuri yarım bırakılmış cümleyi yavaşça aldı, hafif sesten normal sese doğru yükselterek yanıtladı; “Onun elinden geçmek demek mesleğe uygun hale gelmek yani.”

         Doktor;”Aslında benim istediğim o, mesleğe uygun hale getirmeden fazlaları değerlendirmek,” dedi. “Nasıl olsa -Kethüda mıydı?- hizmete aldıklarının kullanım süreleri uzun. Kabul etmeli ki kaynakları gereğinden fazla artıyor.”

         Nuri: “Kendi aralarında üreme yoluyla da çoğalıyorlar. Kontrol edilmeyince başkalarının eline geçiyor, ya da bağımsız olmayı istiyorlar. Bu Kethüda’nın da canını sıkıyor. Kendisi dışında bu işe kalkışanlar için bir çözüm arıyor, biliyorum” dedi.

         “Niçin oturmuyorsun?” Lale kanepede yanındaki boş yeri okşadı.

         “Yok, iyi böyle” dedi Nuri, âdem elması çıkıp indi.

         Doktor; ” O çözüm biziz işte,” dedi. “Yaşamı uzatmak, yaşamı güzel kılmak için Tanrı’nın bize gönderdiği bu olanakları değerlendirmemiz gerekiyor.” Alaylı, abartılı bir ses ve tiyatromsu geniş kol hareketleri…

         Nuri, görünüşte iş alanlarını genişletmek için bu karşılıklı akıl yürütmeden boğulmak üzereydi. Bu durdurulamaz tutuşma, sarhoşluk yüzünden bir an önce kaçmak istiyordu.

         “Tamam,” dedi güzel kadın, onu birden bire ne razı etmişse, kahve fincanı bir elinde, tabak içinde dururken öteki elini kaldırdı. Dışarıdan vuran ışık uzun tırnaklarını geçirgen gösteriyordu. “Tamam, deneyeceğiz. Önce küçük bir deneme,” dedi, Nuri’ye.

         Nuri yutkundu ve tam da o sırada Lale Hanımın kendisine tamam demesinin, aslında doktora tamam demek olduğunu anlayıverdi. İş, kadının umurunda değildi.

Güzel kadın, kahvesinin son yudumunu da alıp fincanı tabağa ters çevirdi; fal kapattı. Sonra yanındaki sehpaya bırakışı denetimi bırakış, zevke tırmanmak üzere birine görülmek için, etin yolunu buluşuydu, bir ilk adım. Ayağa kalkıp, ağaç kokusunu derin derin içine çekti; “Buranın kokusunu çok seviyorum yahu, çok erkeksi bir koku…” diye mırıldandı.

         Gittiler, işçiler çoktan çıkmıştı. Nuri ortalığı kontrol edip, apar topar dışarıda,  karşı kaldırımda çiçek satan kadına sert bir baş hareketi yapıp çağırdı. Gelir gelmez, işliğin kapısını hızla sürgüleyip şalvarını elinin tek hareketiyle indirdi.

         “Ne oluyor be!” dedi kadın, yarı korkmuş yarı meydan okur.

         “Kes sesini” dedi adam sinirle.  (Şimdi gidip Kethüdayı bulmalı, hay ben bu fermuarın, ona planı anlatmalı.)

          “Lan çok pis kokuyorsun be hiç yıkanmıyor musun?” (Zaten hayır diyecek hali mi var?)

         “Çüş! Ya ne bu? Hayvan mısın nesin?”dedi kadın.

         “Kes-se-si-ni-de-dim-de-dim.” (Bu işe karışmayı istemiyorum. Ama artık yapacak bir şey yok. Boğazıma kadar… Çok pis kokuyor… Benim karı beni görse… Lale şimdi… Bir daha bu… Bu işler insanın aklını alıyor, neyse artık oldu bir kere, herkesin aklı fikri donunun içinde zaten, yeri zamanı yok. Canım rakı istedi be… Kadınlar kokmamalı… Burasını temizletmeli. Beni temizleyecekler böyle giderse. Ön-ce bir de-ne-me-ya-pa-ca-ğım… Son-sonnnra… )

          “Kâğıt mendilin var mı kız?”

         Kadın küskün bir küfür savurdu. Toparlanmaya çalıştı. Başını eski kurt yenikli masanın kenarına vurmuş, dudağını ısırıp patlatmıştı. Elinin tersiyle kanayan yeri sildi, parasını aldı. Çıkıp gitti.

         Tavana yakın pencerelerden giren akşam alacası yere sarkan tozdan tüllere vurmuştu.

Serap Gökalp’in yazma serüveni

Bursa doğumlu. Bir süre devlet memurluğu yaptı, istifa ederek otomotiv, gıda, tekstil, çelik, inşaat sektörlerinde değişik görevlerde çalıştı.

İlk öyküsü Edebiyat-81 dergisinde 1983 yılında, daha sonra Yeni Olgu, Kıyı, Öner Sanat, Karşı, Yaklaşım, Yazko, Papirus, Agora, Türk Dili dergilerinde yayınlandı.

Sonraki yıllarda; İle Dergisi, Patika Dergisi, Anafilya, Havuz, Öykü Teknesi, Sözcükler, Notos, Kurşun Kalem, Kar, Dünyanın Öyküsü, Kitaplık, Gösteri dergilerinde öyküleri, inceleme yazları yer aldı.

İlk öykü dosyası Böcek Cinayetleri’dir. Ancak yayıncı tarafından yıllarca bekletilip basılmadığı için dosyayı geri almış ve imha etmiştir. İkinci dosyası
Astak Kum Saatinde Akarken adlı kitabı, 2002 yılında Sistem Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Otuz sekiz yeni öyküsü 267 sayfalık bu ilk kitapta yer aldı. İkinci kitabı Kulak Misafiri, 2009 yılında Pupa Yayıncılık tarafından basıldı. Ödüllü öykülerinin yer aldığı bu kitabı Orhan Kemal Ödüllü üçüncü kitabı Tuz Saraylar izledi. 2010 yılında İlya Yayıncılık tarafından kitaplaştırıldı. Dördüncü kitabı Pirana Kahkahaları 2017 yılında Kanguru Yayınları tarafından yayımlandı. Kişisel kitapları dışında Anlatılan Bizim Hikâyelerimiz, Çığlık, Mübadele Öyküleri, Öykü Dostluğu, Kadınların Ruh Acıları, Öyküden Çıktım Yola-252 Yazardan Minimal Öyküler, Gurbet (Almanya, Gökyüzü Yayınevi Seçkisi) Tanzimattan Günümüze Rumeli Motifli Öyküler seçkilerinde öyküleri yer aldı. Kadın Yazarlar Derneği Yayını, Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor adlı projede öykü atölyeleri düzenleyerek aynı adlı yapıtta ve yine Kadın Yazarlar Derneği Yayını olan Söz Kesmek, Kına Yakmak, Nikah Kıymak adlı kitapta incelemeleri, yayınlandı.

Öykü kitapları dışında Kalp Krizi, Bu Gece Uyku Yok Çünkü ve Buket Başaran Akkaya ile ortak oyunlaştırdıkları İki Çığlık, İki Türkü, Bir Ağıt adlı oyunları bulunuyor. Serap Gökalp’in bir öyküsünden oyunlaştırılan bu oyun Devlet Tiyatrolarına kabul edildi.

Çalışmalarından Fadime Hanımın Işığı adlı öyküsü Petrol İş Sendikası – Kadın Öyküler Yarışmasında 2007 birinciliğini, Sisin İzi adlı öyküsü, Madenci Öyküleri Yarışması 2007 ikinciliğini, 16/24 Vardiyası adlı öyküsü, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması 2007 üçüncülüğünü kazanmıştır.
2009 yılında Tuz Saraylar adlı dosya ile katıldığı öyküleri Orhan Kemal Ödülü ikinciliğini almıştır.

Metin incelemelerini dergilerde, internet edebiyat siteleri ve edebiyat etkinliklerinde, paylaşmaktadır.

Halen ÇYDD Bodrum şubesinde ve Bodrum Kent Konseyi, Kültür Sanat Meclisinde gönüllü olarak çalışmakta öykü atölyeleri düzenlemektedır.

instagram:@gokalp.serap

facebook: serap.gokalp98